1940'ların kasvetli atmosferinde, 2. Dünya Savaşı'nın gölgesi tüm dünyayı sarmışken, sıra dışı bir adam, beysbol sahalarının tozunu dumanına katarken bir yandan da ulusunun kaderini değiştirecek gizli görevlere atılıyordu. Bu adam, Moe Berg'di; sadece bir sporcu değil, aynı zamanda dil dehası, entelektüel ve savaşın karmaşık labirentlerinde yolunu bulan bir casustu. İyi bir üniversite eğitimi almış, akıcı bir şekilde 12 dil konuşabilen Berg, Chicago White Sox ve Washington Senators gibi takımlarda geçirdiği 15 yıllık beysbol kariyeriyle adından söz ettirmişti. Ancak, spor sahalarındaki başarısının ötesinde, kimsenin bilmediği bir yeteneği daha vardı: İstihbarat dünyasına duyduğu yatkınlık ve vatanseverlik ateşi.
Almanya'nın nükleer silah geliştirme yarışında öne geçtiği kritik bir dönemde, Moe Berg, Amerika Birleşik Devletleri için hayati öneme sahip bir göreve soyundu. OSS (Stratejik Hizmetler Ofisi) adına casusluk yaparak, düşman hatlarının derinliklerine sızdı, bilgi topladı ve Alman bilim adamlarının nükleer çalışmalarını sabote etmeye çalıştı. Beyzbol sahalarının ışıltısından uzak, karanlık ve tehlikeli bir dünyada, zekası, dil yeteneği ve cesareti, onu hayatta tutan ve görevini başarıyla tamamlamasını sağlayan en önemli silahlarıydı. Moe Berg'in hikayesi, sadece bir savaş hikayesi değil, aynı zamanda kimliğin, fedakarlığın ve beklenmedik kahramanlığın dokunaklı bir portresi.
